26 Aralık 2018 Çarşamba

Köle Olma, Özgür Ol.


Cahillik takıldı bugün aklıma, tahammül edemediğim tehlikeli bir durum. Sözlük anlamı olarak bilgisizlik diyor kısaca ama burada bir tezat var cahil insanlar da tam tersi her şeyi çok iyi bildiklerini sanıyorlar hem de şiddetle sanıyorlar, hem de çok çok konuşarak bildiklerini ispat etmek istiyorlar hatta karşısındakinin hiç bir şey bilmediğini düşünerek onları aşağılıyorlar, hep bir savunma, fikirler hiç değişmiyor, hep haklılar... İşte bir toplumu tehdit eden en kötü hastalıklardan birisi bu çünkü bulaşıcı ve bulaştıkça daha da büyüyerek cehaleti oluşturan sinsi bir oluşum. Etrafımızda muhakkak böyle insanlar vardır, üniversite bitirmek falan değil bu okumakla ilgili değil düşünmekle ilgili. Düşünebilmek, algılayabilmek, anlayabilmek, empati kurabilmek, öğrenmeye açık olabilmek... Cahillik çok enteresan hep birbirini tetikleyen olumsuz duygular oluşumu.Yani cahil insan her şeyi çok iyi biliyor ya işte o yüzden kendisi hep haklı. E hep haklıysa karşısındaki ona bir şeyleri nasıl kabul ettirebilir? Ettiremez. Sinirlenir cahil sesini yükseltir ya da konuyu çirkinleştirerek kendi fikirlerini savunmaya başlar çünkü o buna inanmıştır bir kere. Peki nasıl inanmıştır? Bu kadar körü körüne savunuyorsa eğer çokta fazla bilmeden inanmıştır, ya güvendiği birinden duymuştur öyle olması gerektiğini ya da etrafındaki çoğunluk inanıyordur (aidiyet) o da benimsemiştir bu fikri ve doğrudur o kadar! He bir de mümkünse kanıtı olmasın bu fikirlerin o zaman körü körüne savunmak daha da iyi çünkü bitmek bilmeyen inatlar onların işi, zaten yeniliğe açık olsalardı hiç konu buralara gelmezdi. Değişim hiç olmasın hep eskide kalsın aman şimdi yeni şeyler için alışkanlıklardan vazgeçmek gerekecek, alışkanlık demek rahatlık demek, yeni hareketler için biraz düşünmek gerekecek falan aman Allah korusun zahmete girecek cahil!

Şimdi bu yukarıda bahsettiğim canavar cahillere kızıyorum da, bir de TDK'nın bahsettiği "Bilgisizlik, bilgisizlik hali" cahiller var. Köylerde kasabalarda nice amcalarım teyzelerim, kardeşlerim, abilerim, ablalarım var bilgisizlik halinde kalmış onlar iyi niyetlidir, kimseye değmeden ihtiyaçları kadarıyla yetinerek (olması gereken) yaşayan insanlardır aslında ama maalesef buradaki saf bilgisizlik hali de cahil avcılarının eline düştüğü zaman cehaleti oluşturmada etkili oluyor. Cehalet toplum psikolojisinden besleniyor ve ne yazık ki toplumun ön gördüğü şekilde hareket etmek ise insanlara daha rahat, risksiz ya da olması gereken gibi geliyor bu yüzden de içleri çok rahat. Aslında cehaletin bu çağda bu kadar etkin olması şaşırtıcı bir o kadar da planlı gibi eğer düşünemiyorsan kolayca yönlendirilebilirsin demektir, kitleleri kolayca yönlendirmek ise her istediğini rahatlıkla yapabilmektir. Kendi menfaatleri için toplumu ateşe atan insan örnekleri tarihte çokça görülmektedir hatta maalesef hala görülmektedir. İnsanoğlu egolarını alt etmeyi öğrenemediği sürece de devam edecektir.



Peki ne yapmak lazım?

Hoşgörü lazım, sevgi lazım, anlayış lazım.

Cesaret, çokça araştırmak, sorgulamak, çokça düşünmek lazım. İnsanın kendi fikri kendi doğrusu olması lazım, Ali ya da Veli öyle diyor diye inanıp peşinden gitmemek lazım. Hiç kimse kimseye kendi fikrini kabul ettirmek zorunda değil, herkes kendi düşüncesinde hürdür, inanmak istediği yolda ilerlemekte hürdür. Ayıptır, o ne düşünür bu ne der gibi düşünceler beynimizde dolaştığı sürece esarete mahkum kalıyor düşünceler... Hem de kim ya da kimler için biliyor musunuz, sizi eleştirdiği şey başına geldiğinde kendini haklı çıkartmak için türlü dansözlüğü yapan bir takım insanlar için. Kendi fikri olmayan insan başkasının fikirlerine ait olmaya mahkum halbuki ne kadar güzel ne kadar özel bir şey kendi fikrinin olması ne kadar güzel bir şeydir bir konu hakkında farklı fikirlerde olan kişilerin tartışabilmesi, birbirlerinden bir şeyler öğrenmesi, bakış açısı kazanması, değişimden yeni fikirlerden korkmaması...

"Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" Türkiye için her birey kendine düşen görevi yapmalı, bu sinsi cehalet hastalığı hiç bir toplumun kaderi olmamalı.

İçinde bulunan şartlarda güçlü olsalar bile cahillerden uzak durmalı çünkü onlar kendi menfaatleri için ilk önce kendinden olmayanlara zarar verirler ve eninde sonunda yine kendi menfaatleri için yanında olanlara da zarar verirler, hiç kimse kendilerinden daha değerli değil.


Sevgilerimle,
















8 Aralık 2018 Cumartesi

Yaşa gitsin!



Bir bilenler…

Tecrübe ettiğimiz olaylar, duygular bizi benzer tecrübelerde hem kendimiz için hem de başkaları için bir bilen yapıyor. Ancak, “Tecrübe yediğimiz kazıkların toplamıdır” diye bir deyiş de var ya maalesef genellikle tecrübe edinmenin içerisinde bir can yanması var bu yüzden bu bilir kişiler genellikle olacakları kötüye yorarak nasihat ediyorlar. Ama yine de her şey olacağına varıyor çok bilsen de bilmesen de ve iyisiyle kötüsüyle…

Bir yerde okumuştum, eğer bir şeyi tüm kalbinle istersen evren o şeyi gerçekleştirmek için harekete geçip seninle iş birliği içerisinde olacaktır diyordu. Bu yüzden olumlu düşünceler içerisinde olmaya çalışırım çünkü farkında olmadan kötü bir şeyi de isteyebilirim ve evrenle iş birliğimiz sürecinde bunu da gerçekleştirebilirim. İşte bu bilir kişiler etrafta çok fazladır ve sohbetlerimiz esnasında hemen başımıza gelebilecek kötü olayları aklımıza sokarak şu bizim iş birliği meselemize zarar veriyorlar. İstediğin amaç doğrultusunda kendi planlarını yapıp biraz yol almışken bu insanların olumsuzlukları enerjini de olumsuz etkiliyor ve iş birliği bu yönde ilerlemeye başlıyor.

İnsanız paylaşmak istiyoruz yani kendimden örnek verirsem hiç ağzımı tutamam, yeni bir şey yapmaya karar verirsem hemen herkese anlatırım, genellikle de daha önce varılan kötü sonuçlar çıkar karşıma böylece ya hemen vazgeçerim ya da soğur sonra vazgeçerim sonuçta vazgeçiyorum/uz. Ama neden? Ah bilir kişiler ah, kendi korkularınız, kendi acılarınız, kendi başarısızlıklarınız oldu diye herkese öyle mi olacak? Belki de olacak ama yaşamadan kimse bilemez.

Bu insanlardan uzak durunuz, duramıyorsanız dedikleri bir kulağınızdan girip diğerinden çıksın dinlemeyiniz, dramatik programları seyrederek aklınıza böyle şeyleri yer ettirmeyiniz kısacası olumsuz olan ya da size olumsuz hissettirecek şeylerden kaçınınız. Hep olumlu hep pozitif olunuz ki enerjiniz de bu yönde ilerlesin ve hayatınıza bu yönde sonuçlar getirsin.

Şimdi bunları yazarken gülümsüyorum, şu anda bir bilenim.

Sonuç;

Yaşa gitsin!




7 Aralık 2018 Cuma

Mavinin içinde yürüdüm…




Mavinin içinde yürüdüm.


Deniz kenarında bir yere uğrayıp bir işimi halletmem gerekiyordu yağmur başlamadan halledebilmek için arabadan fırladım, çantam, montum her şeyim arabada kaldı. Görevim yağmura yakalanmadan işi halledip geri dönmekti, yağmur uzunca zamandır yağdığı ve yollar batak olduğu için arabayla giremeyeceğimiz bir yerdi burası. Hızlı hızlı yürümeye başladım bulutlar yüklü ve yağmur çiseliyordu. Yağmuru severim, rengi koyudur ama kokusu, sesi çok güzeldir hatta yağmur hayattır. Ben hızlanıyorum çiseleme hızlanıyor belli bir kıyamet kopacak arkama dönüp baktım ve o bildiğimiz siyaha yakın alacalı gri gökyüzü hazırlığının son aşamasında. Fakat o anda deniz kenarına yaklaştıkça önümdeki maviliği fark ettim. Denizin ve gökyüzünün o koyu güzel maviliği birleşmiş masmavi bir koridor oluşturmuş ve ben o koridorda tek başıma yürüyorum sadece zemin toprak, onun dışında her yer mavi. Yavaşladım, biraz ıslanmanın bana bir zararı olmayacaktı anı yaşamalıydım. Tabi çağımızın gerekliliği ya hemen fotoğraf çekmek istedim ama cep telefonumu yanıma almadığımı hatırladım İyi ki de almamışım, o açı bu açı diye düşünürken bu hissettiklerimi hissedemeyecektim…

Mavinin içinde yürümek…

Evet, mavinin içinde yürüyerek işimin olduğu yere geldim işimi hallettim ve geri döndüm. Şimdi önüm sağım mavi, solum koyu gri ama ben sağıma bakıyorum mavide kalmak istiyorum o kadar güzel ki… Mavinin içerisindeyim şimdi de şıpırtılar başladı, yağmur hızlanmıştı ve ortamın sessizliğinde duyduğum denizin şıpırtısıydı. İsim vermek gerekse “Sessizliğin şıpırtısı”, “Sessizlikteki şıpırtı”? Bilemiyorum neyse ne çok huzurluydu.
Duyuyorum, görüyorum, kokluyorum, dokunuyorum…

Ve ıslanıyorum.

Bakışlarımı denize doğru çevirdiğimde koyu maviliğin içinde bir karabatak kafasını suya daldırıp çıkartıyordu o an etraftaki tek canlı ikimizdik. Yağmurun hızlanmasıyla adımlarım da hızlandı ve boynumun müsaade ettiği kadar karabatağı seyrederek yürüdüm. Artık önüme bakma zamanım geldi mavilik yerini koyu griye bıraktı bulutlar tam olarak döktürmemişti ama üzereydi. Bir yanım aman hasta olursun ıslanma koş, bir yanım aman ne olacak ki bu an kaç kere yaşanır keyfini çıkar derken ıslana ıslana arkadaşın evine vardım, içeri girmemle yağmur bardaktan boşalmaya başladı. Herkes iyi miyim diye sorarken bir rüyanın bir şiirin içerisinden geldiğimi çok çok iyi olduğumu söyledim. Bu yağmurda beni oraya gönderdikleri için söyleneceğimi sanmışlardı şaşırdılar. Ben ise yüzümde gülümseme dökülen yağmura bakmaya devam ediyordum ve birkaç dakika da olsa mavinin içinde yürümenin büyüsü içerisindeydim hala.

Bir daha böyle bir anı yakalayabilir miyim bilmem ama bu zaten hiç aklımdan çıkmayacak hem muhtemelen yakalasam bile bu ilk sefer ki gibi tat bırakmayacak;
Mavinin içinde yürüdüm, hiç unutulmayacak.






9 Ekim 2018 Salı



   NERİMAN KÖKSAL


17 Mart 1928' de İstanbul'da doğdu, gerçek adı Hatice Kökçü'dür. Anne ve babasının kendisi daha  çok küçük yaşta ayrılmasından dolayı babasını pek hatırlamıyor. İlkokulu bitirdikten sonra bir fabrikada işçi olarak çalışmaya başlıyor ve 20'li yaşlarda bir gün İstiklal Caddesi'nde yürürken hayatı değişiveriyor. Boylu poslu alımlı bu genç kızı gören Metin Erksan o sıralarda Çetin Karamanbey'in yönettiği "ÇETE" filmi için kendisine Rus Prensesi Nina rolünü teklif etmiştir. İlk başta "ben artistlik yapamam" diyerek teklifi kabul etmese de Çetin Karamanbey'in ısrarlarıyla çekilen deneme filminden sonra rolü kabul edip 1950 yılında Neriman Köksal olarak Yeşilçam'a ilk adımını atmıştır.



Bu filmden sonra 1950 ile 1959 yılları arasında çeşitli rollerde 36 filmde oynuyor ve en önemli çıkışını 1959 yılında çekilen başrolünü Orhan Günşiray ile paylaştığı "Fosforlu Cevriye" filmiyle yakalıyor. Erkeklere kafa tutan dominant kadın rolünü Yeşilçam'a ilk Neriman Köksal yerleştirmiştir. 


(Sahne adı için kendisine seçilen Neriman isminin Farsça'da "yiğit, cesur" anlamında olmasıyla asıl ününü yine yiğit, cesur kadın tiplemesiyle kazanması arasındaki tesadüf çok ilgimi çekti doğrusu...)

Ve artık o "Fosforlu" olarak anılıyordu bir diğer lakabı ise devrinin en güzel kadını anlamındaki "Afet-i devran" idi.

Yeşilçam'da kariyeri, kendi disiplini ve kabiliyeti sayesinde çeşitli rollerde 200'e yakın filmde rol alarak devam etti. Neriman Köksal, vamp kadın, erkeksi kadın, dominant kadın, anaç kadın,...

Ayrıca, Halid Ziya Uşaklıgil'in ilk büyük Türk romanı olarak kabul görmüş eseri Aşk-ı Memnu'nun Halit Refiğ tarafından 1975'te televizyon dizisi olarak uyarlamasında "Firdevs Hanım" rolü ile hafızalarımıza kazınmıştır.



Bu arada  60'lı 70'li yıllarda moda olan sahneye çıkma furyasına o da katıldı. Zeki Müren'in de desteği ile sesi çok güçlü olmamasına rağmen (hatta şarkı sözlerini unuttuğu da söylenir) o zamanın ünlü "Afet-i devran" ını görmek ve dinlemek için insanlar gazinoyu dolduruyorlardı. 1965 yılında Şeker Alalım & Ali Baba isminde bir plak doldurdu.

https://www.youtube.com/ Şeker Alalım




Özel yaşamında dobra, eğlenceli, giyinmeyi ve gezmeyi seven mütevazi bir kadındı. Camiadaki en yakın dostları Sadri Alışık, Çolpan İlhan çiftidir. 1965- 1966 yıllarında Sadri Alışık ile beraber tiyatro deneyimi de olmuştur. Alışık, tanıdığı Neriman Köksal’ı şu cümlelerle anlatıyor bir ropörtajında “Hani bilhassa erkekler arasında ‘Erkek gibi kadın, erkek arkadaş’ tabirleri vardır ya, işte Neriman’ı en iyi bunlar anlatır. Çünkü Neriman çok temiz kalpli, tok gözlü, açık yürekli mert bir insandır. Kendisine her hususta güvenilebilir. Söz verirse yapar. Onu tanıyanlar ne zaman başları sıkılmışsa hep onun uzanan elini hissetmişlerdir. O, arkadaş bellediği herkese böyle davranır… Neşe kelimesinin manasını şahsında toplamış nadir insanlardan bir tanesidir. Neriman her şeyden evvel yaşar. Hayatı en ufak noktasına kadar yaşar. Onun kahkahası kadar pırıl pırıl, şeffaf, candan kahkaha ömrümce duymadım.”

1957 yılında bir film galasında Nevzat Pesen ile tanıştı ve 7 yıl süren fırtınalı bir aşk yaşadılar. O günleri kendisi şöyle anlatmıştır; “O geceden sonra ben Nevzat’la ahbaplık kurdum. İstanbul’a dönünce Hikmet’e telefonda ‘Bu iş bitti’ dedim. Bir şeye karar verince onun bitiririm. Sonra Nevzat bana evli olduğunu, ama soğukluk olduğunu anlattı. İstanbul’a gelip ilk filmi ‘Kızımın Başına Gelenler’i benimle yaptı. Beraberiz ama Nevzat on gün burada, bir ay İzmir’de. İzmir’de eşi var, sineması var. Baktım olacak gibi değil, ailesiyle birlikte İstanbul'a gelmesini söyledim. Yıldız’da çoluk çocuğu için bir ev tuttuk. O sırada hamile olan karısına, çocuğu erkek olsun diye erkek resimli bir kart yolladım. Nevzat haftada iki gün eşine gidiyor, dört gün benimle kalıyordu. Daha sonra karısıyla da konuşmaya başladık. Orada bulamadığı pantolonunu burada buluyordu. Böylece bir evcilik oyunudur geçti. Zamanla tedirgin olmaya başladım, bu iş böyle nereye kadar gidecekti? Aslında çocuk sahibi olmak istiyordum. Nevzat’tan birkaç defa hamile kaldım, ama aldırdım. Bir günde üç filme gidiyorum, çocuğa zaman yoktu. Sonunda bir gün Nevzat’a ‘Senden ayrılacağım, vereceğim nüfus kağıdımı birine, onunla evleneceğim’ dedim. Yaptım da...”  (Nevzat Pesen, bu ayrılığı unutamaması ve daha sonra şirketinin iflasından kaynaklı girdiği bunalım yüzünden intihar ederek hayatına son verdi.)
Neriman Köksal 1965'de görüntü yönetmeni Feridun Kete ile yıldırım nikahı kıyarak evlendi ama bu evlilik çok uzun soluklu olmadı. Daha sonra kuaförünün yardımcısı Kemal Küpçü ile evlilik yaptı ama asıl unutamadığı aşkı İzzet Günay'dı... Hastane yatağında İzzet Günay'ı görmek istemiş ve bu son isteği gerçekleşerek onunla yalnız görüşebilmişti.


Beyazperdedeki 50.yılı ve hayatının son yılında, 1999 senesinde 18. İstanbul Film Festivali’nde kendisine “Sinema Onur Ödülü” verildi.

Neriman Köksal 23 Ekim 1999 tarihinde yakalandığı meme kanserine yenik düşerek hayata gözlerini yumdu.

Neriman Köksal'ın renkli yaşantısından geriye kalan birkaç fotoğrafı da sizlerle paylaşmak istedim. İşte fotoğraflarla Afet-i devran...




4 Ekim 2018 Perşembe



ŞAKA İLE KARIŞIK SADRİ ALIŞIK


Yeşilçam’ın en sevilen, en saygın karakter oyuncularından biridir... 200' den fazla filmde rol almış oyunculuğunu ve kişiliğini herkese kabul ettirmiş unutulmazlar arasında yerini almıştır. Oynadığı çoğu karakter içimizi cız ettirdi ama komedide de oldukça başarılı olduğunu biliyoruz. Şimdi sizlere bildiğimiz ve bilmediğimiz yönleriyle kısaca Sadri Alışık'ı anlatmaya çalışacağım...

Sadri Alışık 5 Mart 1925 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmet Sadrettin Alışık olmasına rağmen annesi Saffet Hanım ve babası Rafet Kaptan onu hep Sadri diye çağırırlardı ve böylece Sadri Alışık olarak anılmaya başladı. Sadri Alışık’ın içindeki oyunculuk aşkı küçük yaşlarda  başladı, arkadaşları uçurtma uçururken o piyesler hazırlayıp mahalle arkadaşlarına oyunlarını sunarmış. Beykoz/Paşabahçe 39. İlkokulunda üçüncü sınıftayken “İSTİKAL PİYESİ” adlı oyunda başrol olan “Adalı Halil” rolünü aldı. Anne ve babasının oyuncu olmasına kaşı olmasına rağmen Orta okul ikinci sınıfta tiyatro aşkı tekrar başladı, liseyi İstanbul Erkek Lisesi’nde okudu ve Cağaloğlu Halk Evi’nde tiyatroya devam etti. Sonrasında liseyi bırakıp devam mecburiyeti olmadığından Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne kayıt oldu... 
Adım adım sahne, resim, tiyatro gibi sanat dallarında boy gösteriyordu ve artık ailesinin desteğini de alıyordu sonrasında sinemaya adım attı ve ilk filmi Günahsızlar'ı 1945 yılında çekti. Şöhret basamaklarını hızla ilerleyen Sadri Alışık 1959 yılında çevirdiği “Yalnızlar Rıhtımı“ adlı filmde hayat arkadaşı Çolpan İlhan ile tanıştı ve hemen evlendiler.

Evlendikten bir sene sonra oğulları Kerem dünyaya geldi ve yaşamları boyunca birbirlerini çok severek örnek çift oldular…

Sadri Alışık sinemada, 1961-62’deki, Nejat Saydam’in yönettiği başrollerinde Ayhan Işık ve Belgin Doruk ile birlikte yer aldığı Küçük Hanımefendi serisi, 1964’ten başlayarak canlandırdığı Turist Ömer ve Ofsayt Osman tipleriyle ile dikkat çekti ve seyircinin beğenisini topladı.1966 yılında çevrilen ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Ah Güzel İstanbul” filmi ile SANREMO “Bodrig Hera” Güldürü Filmleri Şenliğinde Gümüş Ağaç Plakası özel ödülünü aldı. Ayrıca 1971 Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü "Afacan Küçük Serseri" ve 1994 tarihli, Yavuz Özkan’ın yönettiği Yengeç Sepeti adlı son filmi ile 1994 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini almıştır.


Tabi filmler ve karakterlerden tek tek bahsetmeye kalksam kitaplara falan anca sığar herhalde... Oynadığı çeşitli karakterler hepimizin aklında ayrı bir Sadri Alışık'ı barındırır. Mesela benim aklıma 1972 yapımı "Gelinlik Kızlar" filmindeki Sadi karakteri gelir hep. Hem güldürür hem ağlatır bu filmde hele bir de o güzel sesiyle "Ben seni unutmak için sevmedim, gülmen ayrılık demekmiş bilmedim, ...." diyerek içlendiği bir sahne var beni benden alır.
Güzel sesiyle demişken Yeşilçam’ın en üretken olduğu dönemler olan 1960’lı ve 1970’li yıllarda birçok sinema oyuncusu müzik plakları doldurmuşlardı. Bu plak yapma furyasına Sadri Alışık da katıldı ve birkaç 45’lik plak da o doldurdu. 

             1964 – Avare / Dalgamıza Bakalım

             1964 – Tophane Rıhtımında / Turist Ömer
             1970 – Turist Ömer Arabistan’da / Turist Ömer 

Rol aldığı filmlerdeki replikleri de hiç unutulmadı, o kadar üstün oyunculuk sergiledi ki sadece kendi değil biz de televizyon başında hissettik o duyguları… İşte o repliklerden birkaçı;
“Öyle bir sevdim ki Müjgan’ı dünyamı şaşırdım. Haddimi bilemedim. Evleniriz gibi geldi bana. Evimiz yuvamız olur, ışığımız yanar, fakir soframız kurulur gibi geldi.”  – Ah Müjgan Ah 1970
“Sokak köpeklerine selam vermek, adam olmaya çeyrek var demektir.”   – Avare 1964

"Bu da mı gol değil Hakim Bey?" - Ofsayt Osman 1965

“Ne zaman gol diye sevinsek arkamızı dönüp baktığımızda ofsayt bayrağını kaldırmış bir hayat görüyoruz.” – Ofsayt Osman, Şaka İle Karışık 1965


1979...

Ayhan Işık’la olan yakın dostluklarını herkes bilir, eşleriyle ve çocuklarıyla her zaman beraberdiler. Fotoğraflarda da görüldüğü gibi gerçek bir dostluk hikayesiydi onlarınki ta ki Ayhan Işık'ın ölümüne kadar...





Ayhan Işık'ın ölümü Sadri Alışık'ı çok sarstı, mezarı başında yazdığı aşağıdaki satırlar yaşadığı acıyı tüm açıklığıyla anlatır.






Ayhan Işık'ın arkasından uzunca süre yas tutan Sadri Alışık son dönemlerde şiir ve resime daha çok önem vermeye başladı. İşte size şiirlerinden birkaçı ve resim yaparken birkaç kare.

İSTANBUL HASTASI
Ben mi
İstanbul romansa eğer
Bir sayfasıyım
Gemi ise tek tayfasıyım
Şiir gece
Deniz martı
Şarkı, ışık, mevsim, mehtap
İstanbul hastasıyım
Ben onun
Son sayfasıyım

IŞIKLAR SÖNMESİN

Bir vapur geçsin isterim önümden
İlle de boğazdan
Yırtılmış denizlerden
Yorganlar gelir aklıma
Sanki hiç ıslanmadan

Bir sabahçı kahvesinden
Kavaklar derim Kızkulesi derim
Hisarlardan birine takılır gözlerim
Doymaz martılar gibi
Işıklar hiç sönmesin isterim

Bir demli çay
Bir demli çay daha
Sonra hep
İstanbul şarkıları söylerim...



Sadri Alışık, karaciğer, böbrek ve solunum yetmezliği ile kemik iliği hastalığı nedeniyle tedavi görürken 18 Mart 1995 tarihinde İstanbul'da yaşamını yitirdi. Cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi...



Sadri Alışık anısına...


instagram/@allclassicss



                                                                                                            
                             



25 Ocak 2016 Pazartesi

Herkesin İstediği Gibi Yaşarsak Sorun Yok


Ben normal değilim. 

"Normal" göreceli bir kavram herkes istediği yerinden çekiştirip normali değerlendirebilir, işimiz çok zor. Kimin ya da kimlerin normalliğine ayak uyduracağız bilinmez bu yüzden daha çok kendimiz gibi insanlarla arkadaşlık ederiz ama bu noktada da işler biraz karışıyor bu durumda artık normal mi oluyoruz? Bence bu da pek mantıklı olmadı çünkü muhtemelen çoğunluğun içindeki normallik azınlığın içindeki normallikten üstün gelecektir. 

Normal olmak içinde yaşadığımız toplum bireylerinin çoğunun benimsedikleridir bu yüzden çoğunluğa uyan normal uymayansa anormal, tabi bu en kibarcası çünkü normal olmayan insanlara yapıştırılan ve genellikle aşağılayıcı olan pek çok kelime var. Peki toplum uyması gerekli olan bu davranışları nasıl şekillendiriyor? Aileden mi öyle görüyor, komşudan mı, arkadaşlarından mı yine çoğunluğun koyduğu ahlak kurallarından mı, korkularından mı, çaresizlikten mi? Bunlar gibi pek çok şeyden çünkü herkesin istediği gibi yaşarsan sorun yok. Doğ, büyü, okula git, işe gir, evlen, çocuk yap, ailenle ol, çocuğunu büyüt, evlendir, torun sahibi ol, emekli ol sonrasında da vaktin kaldıysa huzuru ara. Bunların hepsi tam olmalı bir tanesi eksik ise ya da maddelerin birinde sorun yaşıyorsan normalliğin sallantıda demektir yani bu normal yaftasını taşımak da zor zanaat. 

Mesela ben normal değilim çünkü hiç evlenmedim dolayısıyla çocuğum da yok ups 2 madde eksik hatta torun sahibi de olamayacağım vay benim halime. Tek başına yaşayan bir kadın, ayaklarının üstünde durabiliyor işinde gücünde ama bekarım üstelik yaşım da geçmiş! Normal olanlar çok haklı olarak(!) başlıyor hemen sorgulamaya, neden evlenemedi ki kimse istemedi mi bu kadını? Demek ki var bir sorunu, belki huysuz belki de ahlaksız eğer normal olsaydı şimdiye kadar çoktan evlenmişti irdeler de irdelerler. Bırakın hayatımı bildiğim gibi yaşayayım dersiniz olmaz ama herkesin istediği gibi yaşarsak sorun yok.

Yeni Türkü şarkısında "biz büyüdük ve kirlendi dünya" diyor ya yoksa o dünya kirliydi de biz mi büyüyünce fark ediyoruz diye sormadan edemiyorum kendime. Küçük yaşlarda çevremizin bizi yönlendirmelerine karşı koyabilir durumda olamıyoruz ama büyüyünce kendi kararlarımızı alabiliyoruz eğer bu kararlar bize daha önce öğretilenlerden farklıysa yine normallik tehlikeye giriyor. Dikkat ettiniz mi, mutsuzluk o kadar her yanımızı sarmış ki mutlu olmak bile normallik sınırlarından çıkmak üzere hatta gülmek, hatta sevmek... Mesela bir şey aniden çok komik gelir ve yüksek sesle bir kahkaha atarsın "yavaş gül insanlar bakıyor" derler, sadece gülüyorsundur. Ama bize öğretilmeye çalışılan o normalliğin içinde dedektörler var ve her an normalliğinin derecesi ölçülüyor dikkat etmek lazım. 

Aslında kabul edilen normallik zinciri insanların kendi ayaklarına dolaşmış durumda, daha önce ayıpladıkları bir olay kendi başına geldiğinde ne yapacağını bilemiyorlar çünkü kendileriyle çelişiyorlar. Kendi başına gelince hafifletici bahaneler hemen üretiliyor tabi ama daha önce çok ayıplayarak çok kirletmişti yüreğini şimdi nasıl kolay kolay kabullensin? Ne kendilerini rahat bırakıyorlar ne etraflarındakileri...

İçinden geldiği gibi yaşamanın nesi kötü anlayamıyorum eğlenmek, gezmek, yeni şeyler keşfetmek, gülmek, yemek, içmek, ağlamak, sevmek, okumak, bağıra bağıra şarkı söylemek ne bileyim coşmak geliyor içimden çünkü mutluyum. Bu kriterleri de bildiği gibi yaşatmak istiyor ya insanlar işte bu benim kolumu kanadımı kırıyor, düşünsenize çevremdeki kişilerin uygun (normal) göreceği kadar gülmeliyim, sevmeliyim ya da her neyse ama kendi içimden geldiği gibi değil. Normal olacaksam eğer çevremdeki insanların korkuları, endişeleri, düşünceleri ya da hissettikleri kadar yaşamalıyım duygularımı, bu bana göre değil çünkü kusura bakmayın ama ben normal değilim.


Normal olmak zor zanaat,..






23 Ocak 2016 Cumartesi

Şeytanın Kahvesi



Merhaba, tarih kokulu Şeytan'in Kahvesini anlatacağım bu yazımda. Ayvalik'ta eskiden işlek bir caddede iken şimdi yapılan yeni yollar dolayısıyla daha kenarda kalmış ama herkesin bildiği ve Ayvalık'a gelince mutlaka herkesin uğrayacağı bir mekan burası.



Burada yaşam başka, yetişememiş Millenium'un hızlı, karmaşık, acımasız çalkantısına, iyi de etmiş. Herkes birbirini selamlıyor, kimi gelip sadece selam verip hatır sorup çıkıyor kimisi gelip sobanın yanında ısınıp bir çay içip iki çift laf ediyor. İçeri girdim hemen herkes kafasını çevirdi tanıdık mı hatırını soralım diye baktılar ki tanımıyorlar herkes geri çevirdi kafasını sohbetlerine devam ettiler. İçeri girer girmez burnuma ilk ada çayı kokusu çarptı ve bir bardak ada çayını yanındaki küçük limonu da içine sıkarak bir güzel içtim ve burada olmanın keyfiyle yazmaya başladım. Aslında Şeytan'ın Kahvesi Koruk Suyu ile meşhur, henüz olgunlaşmamış üzümün sıkılmasıyla ekşimsi bir tad alan Koruk Suyu aynı zamanda şifalı olmasıyla da biliniyor. Koruk Suyu, hazmı kolaylaştırıyor, mideyi rahatlatıyor, vücuttaki toksinlerin atılmasını sağlıyor ve de doğal bir içecek olmasıyla çokça tercih ediliyor ama bugün benim içeceğim değil :)
.

Kahvehanede şu an; tam ortada herkesin görebileceği bir yerde televizyon var ve bir belgesel kanalı açık, programda başka bir konu anlatılıyor ama orta yaslarda bir adam daha yaşlıca 3 tane amcayı etrafına toplamış aslanların nasıl avlandığını anlatıyor böbürlene böbürlene. Diğerleri dinlerken arada sırada "öyle miiii" dedikçe adam daha çok coşuyor. Bir diğer masada bir dede uyuyor, sandalyede oturuyor başı aşağı düşmüş mırıl mırıl horluyor. Simdi bir kadın girdi içeri o da oturdu gazete okuyor. Yaz olsa kıyamet kopardı burada ama şu an sakin dingin...

Kahveyi dökme bir soba ısıtıyor, içeri ilk gelenler önce biraz başına geçerek ısınıyorlar sonra boş olan başka bir masaya geçiyorlar. Duvarlarda resimler, fotoğraflar, kitaplıklar ve çeşitli aksesuarlar var her yanı kültür dolu, hatıra dolu, tarih dolu... Her şey iç içe Rum'ca Türkçe birlikte Atatürk'ün portresi var yanında Mekke fotoğrafları, özel aile fotoğrafları, arkadaşlar, komşular, ünlüler. Bir Yeşilçam hatırası tablosu var, içinde de tüm sevdiklerimiz. Şeytan'ın Kahvesi meydan okumuş zamana, sen akıp geç hızlı hızlı bizim acelemiz yok biz ayak uydurmayacağız bu kavgaya bildiğimiz gibi yaşayacağız demişler dedelerinden kalan işlerini sürdürmüşler değişime direnmişler.Tavandan sarkan bir avize bildiğimiz eski büyük taşlı güzel bir avize üstü tozlu mu tozlu yaşanmışlığını biriktirmiş taşlar üstünde kimse de ellememiş duruyor tüm zerafetiyle...



Kahvenin önünde kocaman asırlık çınar ağacına benzeyen ama Telli Kavak denilen bir ağaç var, şu anda dalları çıplak ama yaz geldiğinde gölgesinde oturup dallarındaki kuşları dinleyerek buz gibi Koruk Suyu'ndan içmek istiyorum. Kim bilir belki de bu keyfi birlikte gerçekleştiririz yan yana masalarda hayatımızın güzel bir anında...

Şimdilik hoşça kalın, sevgiyle kalın.